Süleyman Dilsiz yazdı, Türk Mutfağının “Başsız Ordu” Hali


Türk Mutfağının “Başsız Ordu” Hali
Bizim mutfak tencerenin dibine tutmuş pilav gibi: Bir karıştırsan kurtulacak, ama karıştıracak kaşık yok; herkes selfie çubuğuyla uğraşıyor. Malzeme bereketi yerinde, ama ortada komutan yok, bir aşiret düğünü, davul-zurna tamam da damat nerede?
Girdin mi bir mutfağa: Herkes şef, çırak diye bir tür nesli tükendi. Çırak dediğin ya stajda “abi tuz nerde” diye geziyor ya da iki hafta sonra “ben buranın enerjisine uymadım” diye Nişantaşı’na başka işletmeye kaçıyor. Rütbe? Bio’da yazıyor: “Annemin köftesiyle 47 ülkeye meydan okuyan Executive Chef & Ruh Şifacısı.”
Aman karıştırmayalım! Sürekli öğrenen, öğreten ve ezberden uzak-yeniliğe açık, geliştiren, adam yetiştiren, her zaman değer katabilen mutfak emekçileri, üstatlar baş tacı!... İyi ki varlar!
Aşçılar dernekleri mi? Onlar bambaşka bir dizi:
Bugün konfederasyon kuruyorlar, “benim kepçem daha büyük” diye ayrılıp ertesi gün federasyon açıyorlar. İki yıl sonra ikincisi de bölünüyor: “Tatlıcılar bizden ayrıldı, tuzlucular da ayrılsın” diye. Sonunda 47 tane dernek, 48’inciyi de “Kebapçılar ve Çiğ Köfteciler Birliği” olarak kuruyorlar. Dünya şefler birliği WACS kapıya geldiğinde “Türk örgütü yok ki” diye başını kaşıyıp geri dönüyor; çünkü bizde örgüt çok, ordu yok, aşure var!
Dünyada ne oluyor bak:Boşuna mutfakları marka değil! Her şey altyapı.
Fransızlar Escoffier’yle mutfağı kışlaya çevirmiş, “Oui Chef!” diye esas duruş. Japonlar çırağa on yıl “sadece pirinç yıka oğlum” diyor, çocuk çıkıyor Zen rahibi. İspanyollar köpük yapacağım diye kimya laboratuvarı kurmuş, tarhanayı nitrojenle donduruyor, umami tadın probiyotik hali diye dünyaya pazarlamaya hazırlanıyor.
Ya bizde?
Televizyona iki kere çıkan, bir de tavada yumurta çeviren, google’dan yalan yanlış bilgileri kesip yapıştıran ya da hazır stok fotoğraflara beş yüz satmayan kitaplar yapan ertesi gün kartvizit bastırıyor: “Yazar-şef”, “butcherchef”, “Dünya Şefler Birliği Onursal Üyesi, Osmanlı Saray Mutfağı Mirasçısı, Lahmacun Büyükelçisi.” Artık bizim mutfakta liyakat değil, üniformanın yaka dikişi rütbe belirliyor. Ve bütün bu kargaşada kimse fark etmiyor ki biz, dünyanın en rafine hiyerarşik mutfak düzenlerinden birine yüzyıllar önce sahiptik. Hani bir hazinen olur da sandığı açacak anahtarı kaybedersin ya öyle bir şey!
Esasen atalarımız, 13. yüzyılda Konya’da matbah-ı şerifi yani mutfaklarını öyle bir sistemle işletmiş ki, bugünün üç Michelin’lileri yanında mahalle lokantası kalır. Orası yemek pişirilen yer değil, adam pişirilen yerdi.
Adı üstünde:“Matbah-ı İrfan”. Giren can, çıkan insan!
Biz, bugün hala mutfakta en temel meseleyi çözebilmiş değiliz:
Terbiye + hiyerarşi + liyakatüçlüsünü aynı tencereye koyamıyoruz. Mevlevi mutfağı bunu mutlak çözümü aslında!
Mevlevi mutfağının kadrosu(alın size bin yıl öncesinden özümüzün kepçeli versiyonu):
Ateşbaz-ı Veli’ye bakınız!: Bugünün şefleri yanında mutfak filozofu gibi durur. Ateşi terbiye eden, ocağın ruhuyla konuşan bir komutandır. Ateşle muhabbet eder, közle dertleşir. 18 yıl odun taşımadan ateşbaz olamazsın. Bizimkiler 18 dakikada “şef” oluyor, o da jürinin gazıyla. Diğerleri de öyle…
Bu sistemde ego sıfır, terbiye tavan. Yemek pişmeden önce aşçı pişer. Tabağa çıkan her lokma önce gönülden geçer.
Şimdi dön de bak halimize:
Terbiye mi? Story filtresinde kaldı.
Hiyerarşi mi? “Abi sen kimsin ya” cümlesinde bitti.
Liyakat mi? Televizyon jürisi, ya da sosyal medyada en çok beğeni alınca oluyor.
Sonuç: Tabakta kimliksiz, kararsız, tatsız bir yemek. Çünkü mutfak ordu gibidir; komutansız orduya “kalabalık” denir, “mutfak” değil.
Ne yapmalıyız?
Ateşbaz-ı Veli mezarından kalkıp bugünkü mutfakları görse önce bir “Hu” çeker, sonra da “Evlatlar, önce şu nefsinizi tencereye koyup kaynatın” derdi.
Ey gastronomi camiası, titre ve özüne dön! “Matbah-ı Ego” show dönemini kapatıp “Matbah-ı Irfan”ı açarak! Hem de hemen!... En acilnden, en acilinden, en acilinden!